Karl Marx
Karl Heinrich Marx, 5 Mayıs 1818’de, şu anda Almanya’da bulunan Trier şehrinde doğdu.Trier şehri, Marx bir Yahudi çocuğu olarak dünyaya geldiği sıralarda, resmi dini Envanjelik Protestanlık olan bir Prusya eyaletinin içinde yer alıyordu. Şehirde Katolikler baskındı. Her ne kadar Renanya eyaleti Napolyon savaşları sırasında Fransa tarafından ilhak edilmişse de, Marx’ın doğumundan üç yıl sonra bu eyalet tekrar Prusya İmparatorluğu’na katıldı ve bu yüzden Trier’in Yahudileri, inançlarını pratiğe dökmelerini engelleyen bir hükme tabi kılındılar. Karl’ın babası Heinrich Marx avukat olarak çalışmak için Lutherciliğe dönmek zorunda kaldı.
Kısacası Karl Marx doğduğu andan itibaren bir yabancıydı. 17 yaşında okuldayken yazdığı bir yazıda şunları diyordu: “Bizler, her zaman, bulunmamız gerektiğine inandığımız konumu elde edemeyiz. Toplumdaki ilişkilerimiz, onları belirleyen bir konumda yer almamızdan önce, zaten bir ölçüde kurulmaya başlanmıştır.”
Ortaöğrenimini Trier Koleji’nde 1830-1835 yılları arasında tamamladıktan sonra, 1835 yılının ekim ayında Bonn Üniversitesi’ne girdi. Burada bir yıl beşeri bilimler okudu. Daha sonra, 1836’da, Berlin Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe öğrenimine başladı. Üniversitede Marx, okuduğu tüm kitaplardan alıntılar yapma alışkanlığını benimsedi. Bu alışkanlığını yaşamı boyunca yitirmedi. Onun eserlerine sıra dışı referans zenginliği veren de işte bu eklektik, her tür kitaba kucak açan ve genelde teğetsel araştırma sitilidir. Marx’ın doktora tezinde, “Democritean ve Epicurean Felsefeler Arasındaki Farklılık” üzerine Democritus’un tarifi çarpıcı şekilde bir otoportreye benzer: “Çiçero onu büyük bilge diye adlandırır. O, fizik, etik, matematik, ansiklopedik disiplinler ve her tür sanata dair yetkin bilgi sahibidir.”
Marx bu zengin bilgi dağarcığını en iyi şekilde nasıl kullanacağından bir süre emin olamadı. Doktorasını yaptıktan sonra felsefe öğretmeni olmayı düşündü ama sonra her gün profesörlerle iç içe olmanın katlanılmaz bir şey olacağına karar verdi: “Sırf dünyanın dört bir köşesinde yeni ölü amaçlar bulmak için çalışan entelektüel alçaklarla sürekli konuşmak zorunda kalmayı kim isterdi?” Ayrıca Marx üniversiteden ayrıldıktan sonra düşüncelerini idealizmden materyalizme, soyuttan somuta yöneltmişti. 1842’de şöyle yazmıştı: “Her gerçek felsefe, çağının düşünsel temsili olduğundan, felsefenin sadece içeriğiyle değil, dışsal yapısıyla da çağının gerçek dünyasıyla temasa ve etkileşime geçmesinin vakti gelmiştir.” 1842’nin baharında Cologne’deki yeni liberal bir gazete olan Rheinische Zeitung için yazmaya başladı. Altı ay içinde gazetenin editörlüğüne atandı.
Marx’ın gazeteciliğine sözünü sakınmaz münakaşacılığı damgasını vurdu. Bu nedenle yetişkinlik yaşamının büyük bir kısmını politik izolasyon içinde geçirdi. Rheinische Zeitung için yazdığı ilk makale hem Prusya monarşisinin hoşgörüsüzlüğüne hem de onun liberal savunucularının ahmaklığına karşı keskin bir saldırıydı. Aynı anda hem hükümeti hem de muhalefeti kendine düşman yapmakla yetinmeyip, kendi yoldaşlarına da yönelip, genç Hegelcileri “kabadayılık ve edepsizlikle” suçladı. Daha gazetenin editörü olmasının üzerinden iki ay geçmişti ki, bölge valisi Berlin’deki sansür kurulundan “küstah ve saygısız eleştirilerinden” ötürü onu yargılamalarını istedi. Ayrıca Rus Çarı Nicholas, Prusya Kralından, Rusya karşıtı eleştirilerine içerlediği Rheinische Zeitung gazetesine baskı yapmasını istedi. Gazete Mart 1843’de beklenildiği gibi kapandı. Marx daha 24 yaşındayken Avrupa’nın taç giymiş başlarını dehşete düşürüp kudurtan bir kalemşördü. Prusya’da geleceğinin olmadığını kavrayan Marx, Almanlar için sürgünde çıkarılan yeni bir gazete olan Deutsche-Französische Jahrbücher’in editörlerinden biri olmayı ve Paris’e taşınma davetini kabul etti. Tek bir şartı vardı: “Evleneceğim kadınla nişanlandım ve nişanlım olmadan Almanya’yı terk edemem, etmemeliyim ve etmeyeceğim.” Karl Marx Haziran 1853’de Jenny Von Westphalen ile evlendi.
Marx, o yazın geri kalan günlerini Paris’e davet edilmeyi bekleyerek geçirdi. Deutsche-Französische Jahrbücher’in himayesi altında Karl Marx, gazeteci Arnold Ruge ve şair Georg Herwegh 1853 güzünde Paris’e vardılar. Fransız sosyalist Charles Fourier’in ütopik düşüncelerinden esinlenerek Rue Vanneau’da bir komün veya “Fourierist topluluk” kurdular. Komün yaşam deneyimi gazete gibi kısa sürdü. Editörler işi bırakmadan önce sadece bir sayı yayımlayabildiler.
Marx daha sonra Alman sürgünlerin yayımladığı, iki haftalık komünist bir gazete olan Vorwarts için yazma teklifini kabul etti. Öncelikle sınıf bilincinin devrimin kaynağı olduğu düşüncesini işledi. “Alman proletaryası Avrupa proletaryasının kuramcısıdır, tıpkı İngiliz proletaryasının Avrupa proletaryasının ekonomisti, Fransız proletaryasının da Avrupa proletaryasının siyasetçisi olması gibi” diye yazmış ve daha sonra Engels’in, Marksizm bu üç damarın bir sentezidir yönündeki tespitini önceden dile getirmişti.
Ağustos 1844’de Jenny Marx, Trier’deki annesini ziyaret ederken, 23 yaşındaki Friedrich Engels, Paris’teki dairesinde yalnız kalan Karl’ın yanına uğradı. Daha önce Rheiniche Zeitung gazetesinin ofisinde bir kez ayaküstü görüşmüşlerdi. Marx, Engels’in Deutsche-Französische Jahrbücher’e gönderdiği “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”nden çok derinden etkilenmişti.Ve Marx’la Engels’in ortak çalışmaları da Paris’te birlikte geçirdikleri on günün sonrasında başladı.
Ocak 1845’de Paris’teki Prusya elçisi, Vorwarst’daki bir makale yüzünden Karl Louis Philippe’yi protesto etmişti. Söz konusu makalede Marx, Karl Friedrich IV. Wilhelm ile dalga geçmişti. Fransız İçişleri Bakanı beklenildiği gibi dergiyi kapattı ve yazarın sınır dışı edilmesini emretti. Avrupa genelinde onu ülkesine kabul eden tek kral, Belçika Kralı I.Leopold’du. Ama kralın tek bir şartı vardı., o da, “mevcut politika üzerine hiçbir eser yayımlamayacağına dair” Marx’tan bir yazılı taahhüt. Bu şartın politikaya katılmasına engel teşkil etmeyeceğini varsayan Marx, kendisine katılması için Engels’i Brüksel’e çağırdı. Brüksel’de birlikte, Batı Avrupa’daki sosyalist gruplarla sürekli mektup alışverişini sürdürmek için Komünist Yazışma Komitesi’ni kurdular. 1847’de komite, Londra’da yeni kurulmuş Komünist Birlik’in bir kolu haline geldi. Daha sonra bu birlik Marx’a ilkelerinin taslağını çıkarmasını önerdi. Marx da onlara tarihin belki de en çok okunan ve en etkili kitapçığı olan Komünist Parti Manifestosu’nu verdi.
Sevindirici bir tesadüf eseri devrim, manifestonun Şubat 1848’de önce Paris’te sonra da hızla kıta Avrupa’sının her yerinde yayımlandığı hafta patlak verdi. Kral Louis Philippe’nin tahtından inmesi ve Fransız Cumhuriyeti’nin ilan edilmesinin ardından paniğe kapılan Belçika hükümeti Karl Marx’a yirmi dört saat içinde ülkeyi terk etmesini ve bir daha da geri dönmemesini emretti. Neyse ki Marx Paris’teki yeni geçici hükümetten bir davet almıştı: “İyi ve sadık Marx, tiranlık seni sürgün etti, ama şimdi sana özgür Fransa sana ve kutsal dava, tüm halkların kardeşliği davası uğruna savaşanlara kapılarını açtı.”
Öte yandan Marx, Paris’te sadece bir ay kaldıktan sonra devrimi Almanya’da yayma umuduyla Cologne’ye gitti. Seçtiği silah her zaman olduğu gibi yazılı sözlerdi. Yeni bir günlük gazete çıkardı: New Rheinische Zeitung. Bu gazete kısa yayım hayatı boyunca sürgit resmi saldırılara göğüs gerdi. Temmuz’da Marx başsavcıya hakaret ettiği ve onun onurunu zedelediği gerekçesiyle yargıcın karşısına çıkarıldı. Eylül’de savaş hukuku ilan edildikten sonra Cologne askeri komutanı gazetenin yayınını bir ay askıya aldı. Ertesi Şubat herhangi bir devrim olasılığı ortadan kalkınca Marx devrim kışkırtıcılığı yapmakla suçlandı, ama sanık yerinden yaptığı parlak konuşma, jüriyi aklanmasına ikna etti. Sonunda Mayıs 1849’da Prusya otoriteleri gazetenin editöryal işlerini yürüten görevlilerin yarsını tutukladı ve diğer yarısını da –vatandaşlık hakkını da kaybetmiş olan Marx’ da dahil- sınır dışı etti.
Bunun üzerine Marx, Haziran 1849’da Paris’e dönünce, şehri kraliyetçi tepkinin ve kolera salgınının pençesinde buldu. Onu Britanya’da Morbihan’ın sıtmadan etkilenmiş dairesine süren resmi emir yüzünden oradan ayrılmaya karar verip, yersiz yurtsuz devrimcileri hala kabul eden tek Avrupa ülkesine sığındı. 27 Ağustos 1849’da Britanya’ya gemiyle yolculuk etti ve ölene kadar da orada kaldı.
Burjuvazinin düşüşü ve proletaryanın zaferi henüz gelmedi. Fakat Marx’ın hataları ve kapitalizme dair gerçekleşmemiş kehanetleri, keskin bir doğrulukla canavarın doğasını ortaya koymasının yanında gölgede kalmış ve önemsizleşmiştir. Katı olan her şey buharlaşırken, Marx’ın yaşamlarımızı yöneten güçlere –ve onların ürettiği istikrarsızlık, yabancılaşma ve sömürüye- dair sunduğu betimleme önemini asla yitirmeyecektir. Kapitalizm ayakta kaldığı sürece Marx’ın düşünceleri tartışılacak, eserleri değerlerini koruyacaktır.
KARL MARX’IN
TOPLUM FELSEFESİ
Toplumun Maddi Yaşam Koşulları
Marksizm, toplumun maddi yaşam koşulları arasında, varlığı insanların iradesinden bağımsız ve toplumsal gelişmenin en önemli gücü olan başka bir gücün varolduğunu kabul eder. Bu güç, insanların geçim araçlarını, yaşam için gerekli olan maddi değerleri elde ediş tarzlarından oluşmuştur. Bu, maddi değerlerin üretim tarzı denen şeydir.
İş olmadan, üretim olmadan toplum ne yaşayabilir ne de gelişebilir. Ama toplum için, zorunlu geçim araçlarını sağlamanın birçok yolları, biçimleri vardır. Örneğin bunu, zanaat aletlerinden ya da makinelerden yararlanarak, hayvanları ya da köleleri kullanarak yapabilir.
Yaşamak için besine, giyeceklere, oturacak yere, yakacak maddelere gereksinme vardır. Bu maddi değerlere sahip olmak için toplumun bunları üretmesi gerekir. Bunları üretmek için de, bu işe yarayan aletler gerekir, bu aletleri yapmak ve onları kullanmasını bilmek gerekir. İlkel, taştan yapılma kaba avadanlıklar; sonra avcılıktan hayvanların evcilleştirilmesine ve hayvan yetiştirilmesine geçişi sağlayan ok ve yay; sonra tarıma geçişi sağlayan madenden yapılma avadanlıklar; sonra gereçlerin işlenmesine, çömlekçiliğe, demirciliğe olanak sağlayan yeni gelişmeler; daha sonra zanaatların gelişmesi ve tarımdan ayrılmaları; daha sonra belli tek bir ürünün üretimi amacıyla kısmi görevler halinde işbölümüyle karakterize olan manüfaktürlerin ortaya çıkışı; sonra, zanaatçı üretim aletlerinden, manüfaktürden, makineli fabrikaya, makine sistemleriyle modern mekanik büyük sanayiye geçişi sağlayan makineye geçiş; buhar makinesinin, sonra elektrik enerjisinin ortaya çıkışı. İşte kaba çizgileriyle insanlığın tarihi boyunca üretici güçlerin gelişiminin tablosu.
Bu üretici güçler gelişmesinin, insanlar arasındaki işbölümünün, yani ilkel avcılar ve ilkel balıkçılar ile öte yanda hayvan yetiştiren kabileler ve sonra tarım yapan kabileler arasındaki işbölümünün ve ikinci büyük işbölümünün: zanaatlar ile tarım arasındaki işbölümünün kökeninde bulunduğunu görüyoruz. Bu ikinci büyük işbölümü, zorunlu olarak, ürünlerin tarımcılarla zanaatçılar arasında değiştirilmesi ve topluluk içi bölüştürmeden daha başka bir bölüştürme biçimi bulunması zorunluluğuna neden olur: Böylelikle, belirli koşullar altında meta ortaya çıkacaktır. Gene aynı bu ikinci işbölümü, köy ile kent arasındaki farklılaşmanın başlangıcını oluşturur. Kent, hem zanaat üretiminin merkezi hem de değişimin merkezi olarak zorunlu olur. En sonunda üretim aletlerindeki gelişme, üretici güçlerin öteki yönleri üzerinde etki oluşturmaktan geri kalmaz. “Ve kendiliğinden anlaşılır ki, üretim aletlerinin gelişmesi ve yetkinleşmesi, üretimle işi olan insanların işidir, yoksa insanlardan bağımsız olarak olmamıştır. O halde, üretim aletleri değişir ve gelişirken aynı zamanda insanlar da –üretici güçlerin temel öğesi de- değişir ve gelişir; onların üretim deneyimi, iş alışkanlıkları, üretim araçlarını kullanma yetenekleri de değişmiş ve gelişmiştir.”
Üretim, insanın doğaya karşı savaşımıdır. Ama, insan, hiçbir yerde ve hiçbir zaman bir hayvan durumuna gelmek ya da boyun eğmek tehdidi altında bulunarak tek başına savaşım vermez. İnsanlar doğaya karşı toplu halde savaşım verirler. Koşullar ne olursa olsun, üretim, daima toplumsal bir üretimdir. İnsanı insan yapan toplum olmuştur, insanı hayvanlıktan çıkaran toplumsal üretimdir.
Eğer üretim her zaman ve her yerde toplumsal bir niteliğe sahipse, üretim dolayısıyla ve üretim içinde insanlar arasında bazı ilişkilerin kurulması kaçınılmaz bir şeydir. İnsanlar yalnız doğa ile ilişkide bulunmazlar, aynı zamanda, üretim süreci içinde kendi aralarında da ilişkide bulunurlar; insanlar arsındaki bu ilişkilere, üretim ilişkileri denir.
İnsanlar arasındaki üretim ilişkileri çeşitli tiplerde olabilir:
— İnsanlar ortak bir işi, örneğin bir ev yapımı işini aralarında yardımlaşarak ve işbirliği yaparak ortaklaşa ortaya k****k, gerçekleştirmek için serbestçe bir araya gelebilirler; o zaman aralarındaki ilişkiler, her türlü sömürüden uzak insanların arasında yardımlaşma ve işbirliği ilişkileridir.
— Ama bir insan, bazı koşullar altında, kendi benzerlerini, kendisi için üretmeye zorlayabilir de: bu durumda üretim ilişkilerinin niteliği kökten değişir; egemen olma ve bağımlı olma ilişkileri haline gelirler, burada başkasının emeğinin sömürülmesi vardır.
–En sonunda, tarihin akışı içinde, bu iki üretim tipinden biri yok olmaya giderken, öteki kuvvetlenmekte olan iki üretim tipinin bir arada bulunduğu toplumlara rastlanır; burada bir biçimden ötekine geçiş ilişkileri vardır.
“Üretimde, insanlar, yalnız doğa üzerinde değil, birbirleri üzerinde de etkili olurlar. Ancak belirli bir biçimde işbirliği yaparak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiş-tokuş ederek üretimde bulunurlar. Üretmek için birbirleriyle belli bağlantılar ve ilişkiler içine girerler, ve ancak, bu toplumsal bağlantı ve ilişki sınırları içindedir ki, doğa üzerinde etkili olur, üretimde bulunurlar.”
Üretimin incelenmesini yalnızca üretici güçlerin incelenmesinden ibaret kılmak temel bir yanılgıdır. Modern dünyayı, kapitalist üretim ilişkilerinin tahlilini yapmadan, buhar makinesiyle açıklamak marksizmi bozmak, karıştırmaktır. Marksizm, üretim tarzını, bütünü içinde, kendi birliği içinde üretim ilişkileri ve üretici güçleri olarak ele alır. Bununla birlikte, üretici güçler, ancak üretim ilişkileri sınırları içinde etkin olduklarına göre, çeşitli üretim tarzları, alışılageldiği üzere, çeşitli üretim ilişkilerinin niteliğiyle tanımlanırlar; feodal üretim ilişkilerinden söz edildiği zaman, feodal üretim ilişkilerinin orada egemen oldukları, bütün toplumsal yaşama damgalarını vurdukları söylenmek istenir; mutlaka orada varolan tek üretim ilişkisi olduğu kastedilemez. Tersine, tarihsel bir çağı, örneğin taş devri, maden devri, buhar makinesi çağı ya da atom makinesi çağı olduğu gibi, üretici güçlerin durumuyla tanımlamak bilimsel değildir.
Üretici güçler hakkındaki satırlardan, üretici güçlerin düzeyini belirleyenin üretim aletlerinin niteliği olduğu anlaşılıyor. Bu noktada üretim ilişkilerinden daha önemli olan ve onun niteliğini belirleyen bir öğe; üretim araçları mülkiyeti karşımıza çıkıyor. Gerçekten de apaçık görülebilir ki; üretim araçlarından yoksun bir kimse, ancak bu araçlara sahip olanın egemenliğini kabul etmek şartıyla yaşayabilir. Üretim araçları, tüketim mallarıyla karıştırılmamalıdır. Üretim araçları kavramından üretmek için gerekli olan her şeyi anlamalıyız.
Örneğin, modern bir toplumda, üretim araçları nelerdir? İlkin doğal zenginlikler (toprak, ormanlar, sular, yer altı zenginlikleri, hammaddeler vb.); sonra bu doğa zenginliklerinin dönüştürülmesini sağlayan üretim aletleri; sonra üretim eylemi için gerekli tesisler; fabrika binaları, maden tesisleri vb.; taşıma ve ulaştırma araçları. Toplum üyeleri arasındaki değişim araçlarını: paylaşım için, ticaret için gerekli tesisleri, kredi kuruluşlarını da eklemek gerekir.
O halde, üretim ilişkilerinin nitelikleri tanımlanmak istendiği zaman sorulacak soru şudur: Üretim araçlarına kim sahiptir?
Üretim araçlarına bütün toplum mu sahiptir? Ya da üretim araçlarına, başka birey ya da grupları sömürmek için bu araçlardan yararlanan bireyler ya da gruplar mı sahiptir?
Bu soruları yanıtlamak, üretim ilişkilerinin durumunu, insanlar arasındaki iktisadi ve siyasal ilişkilerin durumunu göstermek demektir. O zaman anlaşılır ki, eğer üretim araçları bütün toplumun hep birlikte mülkiyetindeyse, insanlar arasındaki ilişkiler, işbirliği ve yardımlaşma ilişkileri olabilir. Bunun tersi durumda, bütün üretim araçlarından yoksun olanlar, bunları elinde bulunduranların emrine tabi olmadan yaşayamayacaklardır. İnsanların kimisi çalışır, kimisi de bu çalışanların emeğini sömürür. Bazılarının çıkarları ötekilerin çıkarlarıyla çatışır. Dayanışma ancak, üretimde aynı rolü oynayanlar arasında vardır. Bu bir sınıf dayanışmasıdır.
Bu durumda toplum, birbirine uzlaşmaz karşıt toplumsal sınıflara bölünmüştür. Üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır.
“Toplumsal sınıf deyince; üretimde, birbirine benzer bir rol oynayan, öteki insanlara karşı birbirleriyle aynı olan ilişkileri bulunan kişiler topluluğu anlaşılır.”
Buna göre, toplumsal sınıf deyimi; ancak üretim ilişkileri düzeyinde bir anlam taşır. Bu deyim, mülkiyet tipi ile ya da mülkiyetin bulunmayışı ile tanımlanan bir kavramdır ve teknik kollarıyla, mesleklerle, toplumun yaşamı için zorunlu toplumsal eylemlerle, örneğin maden sanayii işçisi, maden işçisi, demiryolcu gibi tanımlanan toplumsal kategorilerle karıştırılmamalıdır. “Köylü” olmak toplumsal bir kategoriye ait olmaktır, ama bu, ait olan sınıfı tanımlamaz: köylü, büyük toprak sahibi kapitalist olabilir, ya da tarım işçilerinin yardımıyla toprağını işleten mülk sahibi, ya da aile işletmesinin sahibi, ya da tarım işçisi vb. olabilir. Aynı şekilde, fabrika da, “patron”, müdür ya da mühendis değildir. Üretim araçlarının sahibi olan kapitalist ya da kapitalistler grubu “şirket”tir.
Üretim Tarzının Değişmesi
Üretim, her zaman uzun bir dönem için aynı noktada duraklamamak gibi bir özellik gösterir, oysa coğrafi ortam büyük ölçüde aynı kalır. İnsanlar, gerçekten, durmadan doğanın kendilerine sunduğundan daha fazlasını elde etmeye bakarlar, durmadan, hep hareket halinde olan üretimi yetkinleştirmeye çalışırlar.
Eğer insan, maddi gereksinmelerini her zaman daha iyi bir şekilde tatmin etmeye çalışmasaydı, bilinçli bir yaratık değil, kör zorunluluğa boyun eğen bir hayvan olurdu. Ama insan, doğal zorunluluğu kendi yararına kullanmanın çaresini üretimde bulur, onun içinde üretim hiçbir zaman uzun bir süre için aynı noktada durmaz. Yalnız üretim tarzı değişiklikleridir ki, neden şu ya da bu düzenin, şu ya da bu düzeni izlediğini, neden toplumsal fikirlerin, siyasal görüşlerin ve kurumların değiştiklerini, neden belli bir anda bütün toplumsal ve siyasal sistemi yıkamanın zorunlu bir hale geldiğini açıklamaya olanak verir.
Ortaçağda, toplumu, tanrısal planın değişmez bir yansısı sayan Hıristiyan metafiziği, üretici güçlerin ilerlemesini sınırlandıracak feodal düzenin sağlamlığına yardım etmekte olan loncaların varlığını haklı buluyordu. Ama başlangıçta, bu sistem, toplumu, açlığa, yoksulluğa karşı güvende altına almayı öne sürüyorduysa da, bu hareket ve değişiklik korkusunun, feodallerin, burjuvazinin yükselişi karşısındaki korkusundan başka bir şey olmadığı zamanla ortaya çıktı. Burjuvazi bir kez iktidarı aldıktan sonra üretim üzerindeki bütün kısıtlamaları kaldırdı ve loncaları yasakladı.
Böylece siyasal iktidar, yeni hukuku, yeni üretim tarzının yansısı olan hukuku kabul ettirmek için zorunlu hale geldi. Ve bu yeni iktidarı, ve bu yeni hukuku haklı göstermek, savunmak için yeni fikirler gerekti. Felsefe, şeylerin eski düzenine karşı ideolojik bir silah oldu. Zafer kazanmış olan burjuvazi, burjuva mülkiyet hakkını, İnsan Hakları Bildirgesi’ne kaydetti, burjuva parlamenter meclisler kuruldu, kendi ahlakını üstün kıldı, yeni bir öğretim yarattı ve bununla ortaçağ felsefesini kovdu. Ve aynı zamanda da kendini, sömürülen proletaryanın savaşına karşı korumak için işçi derneklerini yasakladı. Böylece, tüm ulusa, burjuva yaşayış tarzını ve kendisine uygun gelen fikirleri kabul ettirdi: “İnsanın yaşama biçimi nasılsa, düşünce biçimi de öyledir.”
Komünist Parti Manifestosu’nun birinci bölümünde bu konu hakkında şöyle denilmektedir:
“Burjuvazi, iktidarı ele geçirdiği her yerde feodal, patriarkal ve şairane ilişkileri ayaklar altına aldı. İnsanı ‘tabii üstlerine’ bağlayan çeşitli karmaşık bağları merhametsizce kopardı ve insanla insan arasında çırçıplak kişisel menfaatten, taş gibi hissiz ‘peşin para hesabından’ başka bir bağ bırakmadı. Dini vecdi, şövalyeliğe has ruh coşkunluğunu, küçük burjuva duygusallığını bencil hesabiliğin soğuk sularında boğdu. İnsan haysiyetini basit bir mübadele değeri haline getirdi; büyük fedakarlıklar pahasına elde edilmiş birçok özgürlüklerin yerine bir tek amansız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Kısaca, dini ve siyasi illüzyonlarla örtülü sömürü yerine, açık, hayasız, dolaysız, haşin sömürüyü geçirdi.
Burjuvazi, o zamana kadar el üstünde tutulan, saygıyla bakılan bütün meslekleri kutsal halelerinden sıyırdı; hekimi, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilgini ücretli işçiler sırsına kattı.
Burjuvazi, aile ilişkilerinin büründüğü duygusallık tülünü yırttı ve bunları basit parasal ilişkiler derekesine indirdi.”
Burjuva tarihçileri bir antikçağ, ilkçağ, ortaçağ ve modern zamanlar ayrımı yaparlar. Peki bu çağlar arasındaki fark nedir? Esas olarak bu fark şundan ibarettir: İlk başlangıçta servetlerin ortak mülkiyeti vardı; tarihin ve uygarlığın şafağında, antikçağda hüküm süren köleci üretim tarzının kurulduğu görülüyor; oysa ortaçağa toprağın feodal mülkiyeti egemen olmuştur ve modern zamanlar ticaret burjuvazisi mülkiyetinin gelişmesi, sonra da kapitalist burjuvazinin zaferi ve gerilemesi görülmüştür.
Bu farklı üç düzeninin –kölelik düzeni, feodal düzen, kapitalist düzen- birbirine benzediği bazı ortak çizgiler vardır:
1. Kölelik düzeninin, feodal düzenin ve kapitalist düzenin aralarındaki farkların büyüklüğü ne olursa olsun, ortak bir nitelikleri vardır: Bunlar, bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürüsüne, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan üretim ilişkileridir. Onun için bu üç toplum tipinde, sınıflar arsındaki savaşım, kurumlar ve fikirler planındaki bütün sonuçlarıyla bulunur.
2. Bu üç üretim tarzında da küçük-burjuva tabakalar vardır. Bu sürekli tarihsel olgunun bir ortalama insan psikolojisinin şekillenmesi ve sürüp gitmesi gibi bir sonucu vardır, bireyci, özel mülkiyete bağlı, sınıf savaşımının pasif tanığı olduğu için çelişkilerle dolu olan bu ortalama insan, sömürücü egemen sınıf karşısında durmadan ödünler verir, ona teslim olur.
Ama, bu üç farklı düzen, birbirlerine benzemekle birlikte, ekonomik temelleriyle nitel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Birbirinden farklı toplumsal şekillenmeler oluştururlar.
Toplumsal Varlık
Marx, bize toplumsal varlıktan söz eder. Toplumsal varlık, insanların içinde yaşadıkları toplumun maddi yaşam koşulları tarafından belirlenir.
İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen, onların bilinçleri değildir; bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler.
Toplumda zenginler vardır, yoksullar vardır ve onların düşünüş biçimleri ayrı ayrıdır; onların aynı bir konu üzerindeki fikirleri değişiktir. Bir yoksul, bir işsiz için, otobüse binmek bir lükstür; ama kendi özel arabası olan bir zengin için, bir aşağılanmadır.
Yoksulun otobüs konusundaki fikirleri, acaba yoksul olduğu için mi vardır, yoksa bu fikirlere, otobüse bindiği için mi sahiptir? Yoksul olduğu için. Yoksul olmak, burada, onun yaşam koşuludur.
Üretimin ekonomik sürecinde, benzer yer tutan bir insanlar grubu, belirli ölçüde aynı maddi yaşam koşullarına sahip olan bir insanlar grubu, bir sınıf oluşturur; ama bir sınıf kavramı, sınıf düşüncesi, zenginlik ya da yoksulluk kavramına indirgenemez. Bir proleter, bir burjuvadan daha fazla kazanabilir; ama bu yüzden daha az proleter değildir, çünkü o, bir patrona bağlıdır ve çünkü onun ne yaşamı güvence altına alınmıştır, ne de o bağımsızdır. Varlığın koşulları, yalnızca kazanılan para ile oluşmaz, toplumsal görev ile oluşur. Bu durumun sonucunda şu zincirleme elde edilir:
İnsanlar fikirlerinin ifadesi olan iradelerinin doğrultusunda, eylemleri ile tarih yaparlar. Fikirleri ise, insanların içinde bulundukları maddi yaşam koşullarından, yani onların bir sınıf mensubu olmalarından gelir.
Buna göre, fikirlerin arkasında sınıflar bulunur. Toplum, birbirlerine karşı savaşım veren sınıflara bölünmüştür. Böylece, eğer insanların fikirleri incelenirse, bu fikirlerin de çatışma halinde oldukları ve bu fikirlerin arkasında, birbirleriyle çatışmakta olan sınıfların bulunduğu görülür. Bu durumda, tarihin hareket ettirici üçleri, yani tarihi açıklayan şey, sınıf savaşımlarıdır.
“Öyleyse, diyecektir Engels, hiç değilse modern tarihte, bütün siyasal savaşımların sınıf savaşımları oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş savaşımlarının, zorunlu olan siyasal biçimlerine karşın –çünkü her sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır- son tahlilde ekonomik kurtuluş sorunu çevresinde döndükleri tanıtlanmıştır.”
Böylece, tarihi açıklamak için, daha önceki zincirlemeye eklenecek bir halka daha doğar: Eylem, irade, fikirler, fikirlerin arkasında sınıflar, sınıfların arkasında da ekonomi. Yani, tarihi açıklayan gerçektende sınıf savaşımlarıdır, ama sınıfları belirleyen ekonomidir.
Bir tarih olayı açıklanmak istendiği zaman, savaşım veren fikirler nelerdir, onları incelemek, fikirlerin gerisinde sınıfları araştırmak ve son olarak da sınıfların temel özelliklerini belirleyen ekonomik tarzı belirtmek gerekir.
Bu tabloda anlaşılır ki, sınıflar değişiyorlar ve nedenini araştırdığımız zaman, görüyoruz ki, ekonomik koşullar değiştiği için sınıflar değişmişler.
Engels şöyle der:
“Burjuvazi ve proletarya, her ikisi de, ekonomik koşulların, daha doğrusu üretim tarzının değişmesi sonucu oluşmuşlardır. Bu dönüşüm, ilkin lonca tezgahından manüfaktüre, manüfaktürden de makineler kullanan, su buharı ile işleyen ve bu iki sınıfı geliştirmiş olan geniş-ölçekli sanayiye geçiştir.”
Sonuç
Sonuç olarak, tarihin hareket ettirici güçlerini bize aşağıdaki zincirleme vermektedir:
- Tarih, insanların eseridir.
- Tarihi yapan eylem, insanların iradesiyle belirlenir.
- Bu irade, onların fikirlerinin ifadesidir.
- Bu fikirler, insanların içinde yaşadıkları toplumsal koşulların yansısıdır.
- Sınıfları ve onların savaşımını belirleyen, bu toplumsal koşullardır.
- Sınıfların kendileri, ekonomik koşullar tarafından belirlenirler.
Bu zincirlemenin hangi biçimler altında ve hangi koşullarda akıp geçtiği şu şekilde belirtilebilir:
1. Fikirler, yaşamda siyasal planda açığa çıkarılırlar.
2. Fikir savaşımlarının arkasındaki sınıf savaşımları toplumsal planda açığa çıkarılırlar.
3. Ekonomik koşullar ekonomik planda ifadelerini bulurlar.
Category: Genel Kültür